Skip to main content

Godot’yu beklerken Samuel Beckett’ın 1949 yılında Fransızca yazdığı, 1954 yılında da İngilizceye çevirdiği tiyatrosudur. Avangard olarak görülmesine karşın hızla klasikleşmiş bir eserdir. Sonu gelmeyen ve ilk bakışta anlamsız gibi görünen bir belleyişin anlatıldığı absürt tiyatronun üzerine en çok inceleme yapılmış oyunudur. Oyun absürt tiyatro olarak kabul edilse ve ilk bakışta anlamsız bir bekleyiş gibi görünse de oyunda betimlenen gerçekten anlamlılık mıdır sorusu akla gelir.

Evet, bir açıdan bunu söyleyebiliriz. Oyundaki karakterlerin bir çocuğun söyledikleri dışında, Godot’nun geleceğine dair en ufak bir bilgileri olmadığı gibi seyirci açısından da Godot’nun geleceğinin bir belirtisi olduğu söylenemez. Yine de Godot beklenir. Bekleme “eylemi” içerisindeki eylemsizliklerine yenilmiş Estragon ve Vladimir’in beraberce ama sürekli birbirleriyle iletişim kurma çabalarıyla gerçekleştirdikleri bir beklemedir. Bu o kadar uzar ve benzer şekillerde tekrarlanır ki bellekleri işlevini yitirmeye başlar. Dolayısıyla karakterlerimiz gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar. Bu durum anlamlılığın da gerçekliğini yitirmesine neden olur. Yani bir bakış açısına göre Godot’yu beklerken karakterlerin kim ya da ne olduğu bilinmez, ancak bekleme sürecinde sergiledikleri sefil çabaları görülebilir. Karakterler o kadar acınası bir duruma düşmüşlerdir ki oyun sonunda Godot’nun gelip gelmeyeceğinin bir önemi kalmamış gibidir. Bu durumda seyirci Godot’ya ilgisini bir kenara koyup Estragon ve Vladimir’in hayatta kalma çabasına odaklanmaya çalışsa da karakterlerin Godot’yu hatırlatmalarıyla bu pek de mümkün olmaz (Öztürk, 2012).

Her ne kadar karakterlerin gerçekliği yitirmesinden dolayı anlamsızlık oluşsa da bu, kısmi bir anlamsızlıktır ve oyunun anlamsız olduğunu göstermez. Oyunda imgelemeler izleyicinin veya okuyucunun düşüncelerini canlı tutar. Bu imgelemeler oyuna derin ve gizli anlam katsa da genel olarak özünde absürttür.

Ama absürtlük anlamsızlık değildir. Bu noktada oyuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak biz oyundaki “anlamları” yorumlamada kolaylık sağlayacaktır. Bunun için beklemenin niteliğine bakmamız gerekir. Estragon ve Vladimir’in beklerken zaman geçmesi için neler yaptıklarına, nelerle nasıl bir şekilde uğraştıklarına bakalım. Aslında Vladimir’in ilk sözleri bu sürece dair bir özet gibidir; “…henüz her şeyi denemiş değilsin, deyip…” (Beckett, 1949). Belki karakterler oyunda bekleme sırasında ellerindeki imkanlarla her şeyi denemeye başlamışlarıdır da bizim bundan haberimiz olmamıştır. Aralarında sözleşilmiş bir şeydir belki; her şeyi denemeden ölmemek. Bu nedenle oyunda birbirlerini asmak için getirecekleri ipi unutuvermişlerdir.

Eserde Estragon ve Vladimir’in konuşmalarının absürtlüğünden bahsetmiştik. Konuşmaları her ne kadar sıradan, gereksiz, hatta saçma olarak nitelendirilebilecek olsalar da bu konuşmalar anlamsız değildirler. Tam da burada oyunun gerçek hayatla ne kadar iç içe olduğunu görüyoruz. Eserde gerçek hayatın saçmalıklarının ortaya konmasını, mütemadiyen birilerini ya da bir şeylerin olmasını beklememizi görebilir; karakterler üzerinde de bunu gerçek hayattan daha yoğun bir şekilde deneyimleyebiliriz.

Ama Estragon ve Vladimir’in çabalarının boşa çıkmadığını, tüm saçma davranışlarına, onları saçmalamaya iten varoluş sancılarına rağmen amaçlarını gerçekleştirip Godot’yu bekleyebildiklerini de gözden kaçırmamak gerek. Bu durumda eğer Godot’yu ölüm olarak kabul etseydik Estragon ve Vladimir’de vücut bulan insanlığın bekleyişini de görebilirdik. Herkesin, her şeye (tüm başarılarına, umutlarına, hayal kırıklıklarına, veya sahip olduklarına) rağmen ölecek olması absürt bir durum yaratır. Bu durumda da hayatta elde etmek için çabaladığımız her şey nihai sonucu, öleceğimiz gerçeğini değiştirmeyecektir. Ama pes etmek yerine oyunda gördüğümüz gibi, Estragon ve Vladimir’in yaptıklarını yapar; bir saçmalığın yerine başka bir saçmalık koyarak hayatımıza devam ederiz. Her ne kadar saçma olarak ifade ediyorsak bile, bu saçmanın anlamsız olmadığını hatırlatmak isterim. Yani Estragon ve Vladimir’in tek bir şeye takılı kalmadıklarını, bekleyişlerinin kendi içinde etkin bir bekleyiş olduğunu ve şeyler arasında yapılan geçişlerle devingenliğini yitirmediğini söyleyebiliriz. Bu da psikanalizdeki arzunun göstereni olan fallus kavramını hatırlatır: Hayatımız boyunca kapatmak istediğimiz eksiklik sayesinde farklı şeyler yapmaya yönelir, devingenliği sürdürürüz. Tıpkı Estragon ve Vladimir gibi yeni bir şey keşfettiğimizde heyecanlanır, onu elde etmek için çabalar ve elde ettiğimizde yaşadığımız geçiş bir doyumdan sonra o şeyin aslında onu istediğimiz** nesne olmadığını duyumsayıp yeniden eksiklikle karşı karşıya kalırız. Bu devingenliği sürdürebilmek için bizler de tıpkı Estragon ve Vladimir gibi yaratıcılığımızı kullanırız. Bahsettiğimiz bu yaratıcılıkta Godot’nun henüz gelmemiş olmasının, geldiğinde de ne olacağının kesin olmamasının da etkisi vardır. Bu belirsizlik aynı zamanda karakterlerimizin düşlemleyebilmelerine de olanak sağlar. Yalnızca düşlemlerimizde eksikliğimizin tamamlandığını ve sürekli bu tam olma hayaliyle edimlerimizi gerçekleştirdiğimizi göz önünde bulundurursak bahsettiğimiz belirsizliğin önemi ortaya çıkar (Göçer, 2002).

Karakterleri ayrı ayrı inceleyen bir görüşe göre de Estragon İd’i, Vladimir ise Süperego’yu temsil eder. Estragon’un yiyeceği beğenmemesi, Pozzo’dan para istemesi ve onu Vladimir’in engellemesi buna kanıt olarak gösterilebilir. Ayrıca Estragon ayaklarının ağrısından yakınması, ikide bir çizmelerini çıkarması ve Pozzo’nun attığı kemikleri bile kabul etmesiyle de, Estragon’un İd’in özellikleriyle uyuşan davranışlar sergilediğini söyleyebiliriz. Oyun boyunca Estragon ve Vladimir’in çatışması bize insanın iç dünyasında yaşadığı çatışmaları anlatır. Fakat Estragon ve Vladimir yaşadıkları tüm çatışmalara rağmen ayrı da yapamazlar. Tek başlarına işe yaramayacaklarını bilirler. Oyundaki diğer karakterlerden Pozzo karakteri ise bariz bir şekilde sömüren, egemen güçleri temsil eder. Lucky’e emirler yağdırır, ona eziyet eder. Pozzo, Lucky’nin düşünsel ve bedensel emeğini kullanır (Şarman, 2007).

Belki de yanılıyoruzdur ve tüm bunlar birer rüyadır. Pozzo ve Lucky’nin durumundaki değişimlerde bundandır belki. Rüyaların kısmi olarak anlamlandırılabildiğini, tam ve kesin bir anlamı bulunmadığını; her rüyanın yorumlamanın mümkün olmadığı bir çekirdeğinin olduğunu biliyoruz. Belki oyunu tam olarak kavrayamamamızın, sürekli farklı şekilde yorumlayabilmemizin, anlamlandırabilmemizin nedeni budur. Nietzsche “Sonuçta insan, şeylerde onlara kattıklarından başka hiçbir şey bulamaz” demiştir. Ama belki de oyun hayat gibi bizim ona kattığımız anlamdan uzak, bizim yorumlarımıza direnen bir gerçeğe de sahiptir.
Bununla birebir tarihsel olarak eserin yazıldığı tarih de önemlidir. Terry Eagleton “Hayatın Anlamı” adlı kitabında Auschwitz sonrası dünyada her şeyin kuşkulu ve belirsiz olduğunu, her önermenin deneysel ve geçici bir hipotez olduğundan dolayı herhangi bir şeyin meydana gelip gelmediğinden emin olmanın zorluğundan bahsetmiş ve eklemiştir: “Bu dünyada ne, bir olay sayılır ki? Godot’yu beklemek bir olay mıdır yoksa bir olayın ertelenmesi mi?”. Tarihsel olarak eserin anlam sorununun sorgulandığı bir zamanda yazıldığını söyleyebiliriz (Eagleton, 2007).

Bununla bağlantılı olarak herkesin “İşte tam zamanı, artık gelmeli ve bizi kurtarmalı!” dediği bir tarihte Mesih’in gelmeyişi, Godot’nun da asla gelmeyecek olmasına dair bir gösterendir. Herkesin beklediği ve herkesin tüm hatalarını, acılarını, umutsuzluklarını giderecek bir Godot Auschwitz’e ya da dünyanın başka bir yerine gitmemiş, belki de herkes için ortak bir eksiklik olarak yazılmıştır insanlık tarihine. Yine de biz her şeye rağmen onu, ona farklı adlar ve yakıştırmalarda beklemeye devam ederiz. Absürtlük ve uyumluluk** anlam ve anlamsız arasında…